• Panel: Alparslan Türkeş Anısına

    Panel: Alparslan Türkeş Anısına

  • Galip Erdem Paneli

    Galip Erdem Paneli

  • Değişen Dünya Düzeninde Türk Milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Yeri

    Değişen Dünya Düzeninde Türk Milletinin ve...

  • Cumhuriyet Döneminde  Türk Hukuk Sistemindeki Gelişmeler

    Cumhuriyet Döneminde Türk Hukuk Sistemindeki...

  • Panel: Cumhuriyetin Kazanımları

    Panel: Cumhuriyetin Kazanımları


“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır”

 
Ana sayfa

Haberler

Gazeteci Yücel Hacaloğlu Anısına Panel Yapıldı

Gazeteci Yücel Hacaloğlu 06.03.2022 Cumartesi günü adına düzenlenen panelle anıldı

            Türk Ocakları Ankara Şubesi ile Gazeteciler Cemiyeti, Gazeteci Yücel Hacaloğlu’nun anısına düzenledikleri “Teknolojik Gelişme ve Değişimlerin Işığında Gazetecilik” panelinde bir araya geldi. Milli Kütüphane Konferans Salonu’nda düzenlenen etkinliğe, panelin aynı zamanda oturum başkanlığını da yürüten Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin, Başkan Vekili Savaş Kıratlı, Onur Kurulu Üyesi Mustafa Yoldaş, Türk Ocakları Ankara Şube Başkanı Türkân Hacaloğlu, Başkan Yardımcısı Uğurcan Küçükağaoğlu ve Türk Ocakları Ankara Şubesi üyeleri ile Hacaloğlu’nun sevenleri katıldı.. Panelin aynı zamanda oturum başkanlığını yürüten Başkan Bilgin, Hacaloğlu için, “Bizim mesleğimize kattığı en önemli şeylerden biri de saygınlıktı. Eğer gazeteci dürüst olur ve mesleğini bu şekilde yaparsa, yaşarken de öldüğünde de saygınlığını asla kaybetmeyen güzel bir örnek olur. O, bunu yaptı...” ifadesini kullandı.

            Etkinliğin sunuculuğunu üstlenen Türk Ocakları Ankara Şube Başkan Yardımcısı Uğurcan Küçükağaoğlu, konukları selamlayarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün basına ilişkin sözüne atıfta bulundu. Küçükağaoğlu, “Matbuat hiçbir sebeple tahakküm ve nüfuza tâbi tutulamaz, gazeteci düşündüğünü, gördüğünü, bildiğini samimiyetle yazmalıdır” dedi.

            Saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başlayan panel, Türk Ocakları Ankara Şubesi Sekreteri Kadir Uluç’un hazırladığı Yücel Hacaloğlu’nun hayatını anlatan “Türklüğe Adanan Bir Ömür” isimli kısa belgesel gösterime sunuldu.

             Etkinliğin açılış konuşmasını yapan Türk Ocakları Ankara Şube Başkanı Türkân Hacaloğlu, konuşmasına panelin düzenlenmesi için destekte bulunan Gazeteciler Cemiyeti ve Başkan Nazmi Bilgin’e, konuşmacılar Prof. Dr. Özcan Yeniçeri, Yavuz Selim Demirağ, Yağmur Tunalı’ya  teşekkür ederek başladı. 28 Şubat 2022 tarihinde vefat eden gazeteci ve siyasetçi Sadi Somuncuoğlu’nu da anan Hacaloğlu, “Türk milliyetçiliği ve ülkücü camianın en önemli şahsiyetlerinden, devlet adamı, siyasetçi ve aile dostu Sadi Somuncuoğlu’nu rahmetle anıyor ve sevenlerine baş sağlığı diliyorum, ruhu şâd olsun” dedi.

            İdealist birini anlatmak zordur. Hele o kişi eşiniz ise anlatması hiç de kolay değildir. Anlatacağım kişi hem idealist hem de eş olursa ifade etme iki kat güçleşiyor.. Benim Bu gün anısına program düzenlediğimiz Yücel Hacaloğlu karşısında konumum böyledir diyen Hacaloğlu şöyle konuştu:

            “Yücel Hacaloğlu’nun mazbut bir hayatı vardı, 1957 yılında gazeteciliğe başladı, çekirdekten yetişmiş, çok yönlü bir aydındı. Pek çok dergi ve gazetede köşe yazarlığı yaptı, İstanbul ve Ankara Gazeteciler Cemiyeti üyesi olan, çok güçlü bir dünya görüşüne sahip, tarifsiz bir Türk milliyetçisiydi. Sessiz görünse de gazetecilikte çok cesurdu. Yazı işleri müdürü olarak Yeni İstanbul gazetesinde kimsenin göze alamadığı, 1961 yılında Yassıada’da idam edilenlerin fotoğraflarını yayınladı ve bu yüzden hapis cezası aldı. Bunun için ne üzüldü ne övündü, bunu bir gazetecilik görevi olarak gördü. Sabah Ankara temsilcisiyken, 1974 yılında Kıbrıs Harekâtı’nı takip ederken 10 gazeteciyle birlikte esir düştü. Hapishane hayatını çok rahat anlatıyordu çünkü o, hapishane hayatını bildiği için korku ve heyacan içinde olan arkadaşlarına da destek olmuş.

            1975 ve 1978 yıllarında kurulan milliyetçi cephe hükümetlerinden Alparslan Türkeş’in basın müşaviri oldu, 1994’te kurulan RTÜK’te bir müddet müşavirlik yaptı, 2001 yılında da buradan emekli oldu. İyi bir gazeteci olduğuna, herkesin ittifak ettiği Hacaloğlu, 1970’lerin ortasında gazetecilikten soğudu ve ‘Meslek artık can cekişiyor, objejtif gazetecilik imkânı kalmadı’ diyordu, öyle de oldu. 1980’den sonra büyük bir gazeteden yazı işleri müdürlüğü teklifi aldı ama kabul etmeyerek, ‘Para önemli değil, ben bu işi bıraktım’ dedi ve bıraktı.”

                Atatürk, 1923’te “Matbuat hiçbir sebeple tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz.Gazeteciler, gördüklerini, düşündüklerini, bildiklerini samimiyetle yazmalıdır.” sözleriyle hiçbir şahsiyetin basına etki edemeyeceğini dile getirdiği sözünü hatırlatan Hacaloğlu, önümüzdeki yıl Cumhuriyet’in 100. yılının kutlanacak olması çerçevesinde panelistlerin, basının bugününün ne olduğunu konuşacaklarını da belirterek, basın hayatına hizmet etmiş, vefat eden tüm basın mensuplarına rahmet diledi.

       Panelin oturum başkanlığını yürüten Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin, Türk Ocakları’na böyle bir iş birlirliği için saygılarını sunarak, Yücel Hacaloğlu ile tanışıklığının 50 yıla ulaştığını belirtti. Pek çok platform ve meslek hayatında Hacaloğlu ile beraber olduklarını ifade eden Bilgin, Hacaloğlu’na ilişkin şunları söyledi: “Yücel Abi, bu meslekte tanıdığım çok dürüst, ender insanlardan biriydi, ki artık dürüstlüğün bir meziyet hâline geldiğini vurgulamak istiyorum. Hacaloğlu, çok dinleyen, az konuşan biriydi; herkesin çok uzun cümlelerle anlatacağını, o bir cümlede söylerdi. Bizim mesleğimize kattığı en önemli şeylerden biri de saygınlıktı. Eğer gazeteci dürüst olur ve mesleğini bu şekilde yaparsa, yaşarken de öldüğünde de saygınlığını asla kaybetmeyen güzel bir örnek olur. O, bunu yaptı...”

           

            Prof. Dr. Özcan Yeniçeri, “İnsanlar kullanıldıkları tarafından kullanılan, tükettikleri tarafından tüketilen, yok ettikleri tarafından var edilen bir varlığa dönüştü”

            Panelin ilk konuşmacısı olan 24. Dönem MHP Ankara Milletvekili Prof. Dr. Özcan Yeniçeri, “Elektronik Diktatörlük” başlıklı sunumunda, teknolojide meydana gelen değişimlerin yakın gelecekte toplumu nereye götüreceğinin yeterince fark edilmediğine vurgu yaptı. Yeniçeri, modern teknolojinin iktidarlar tarafından halkı yönlendirme amacıya kullanıldığını belirterek, “Bilgisayar dünyasının hamleleri, medyanın manipülasyonu, iletişimin boyutları yeni bir aşamaya girildiğini göstermektedir. Teknoloji cahili olan ve elektroniği yönlendirme gücü olmayan ülkelerin daha büyük sorunlarla yüz yüze olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok, başı boş bırakılmış bu yapının insanlığı nereye taşıdığını yaşayarak öğreneceğiz” dedi.

            “İnsanlar kullanıldıkları tarafından kullanılan, tükettikleri tarafından tüketilen, yok ettikleri tarafından var edilen bir varlığa dönüştü” diyen Yeniçeri, internetin eğitimin yerini aldığını, Google’ın öğretmenin, cep telefonun ailenin ve sanal dünyanın da gerçeğin yerini aldığını belirterek, kalıcığın yerini de geçiciliğin aldığının altını çizdi. Yeniçeri, teknolojinin insanın sosyal olmasını engellediğini ve bu nedenle değerlerde erozyona yol açtığını ifade ederek, “soğuk ve katı” ilişkilere meydan verdiğini söyledi. Teknolojinin insan üzerindeki olumsuz özelliklerinin batıda eleştirildiğine dikkat çeken Yeniçeri, Türkiye’nin ise henüz yalnızca kullanıcı durumunda olduğunu sözlerine ekledi. Edebiyat dünyasından kimi örneklerle çağa gönderme yapıldığını kaydeden Yeniçeri, George Orwell, Margaret Atwood ve Aldous Huxley gibi yazarların distopik yapıtlarının reel gerçeklerin alt yapısını oluşturduklarını dile getirdi.

            Yavuz Selim Demirağ, “Eğer bu mesleği namusuyla yapacaksan bedel ödemeye razı olacaksın”

            Panelin ikinci konuşmacısı Gazeteci- Yazar Yavuz Selim Demirağ, “Medya Kirliliği” adını taşıyan sunumunda, Türkiye ve dünyanın temel sorununun kirlilik olduğunu ve bu kirliliğin de en fazla basın sektöründe görüldüğünü vurguladı. Demirağ, bir dönem dördüncü güç olarak görülen basının, bugün 44. güç bile olmadığının altını çizerek, medyanın iktidarın bir propaganda aracı hâline dönüştüğünün ifade etti. Türk basının yüzde 90’ının “ele geçirildiğini” belirten Demirağ, “Kalemini kırma pahasına, kalemini kiraya vermeme düşüncesiyle mesleğe başladık ama bizim çay, simit en büyük sermayeyken, bugün basında Boğaz’daki yalılar, yabancı ülkelerdeki tatiller geçerli oluyor” dedi.

            Demirağ, çocukken Necmi Tanyolaç’ın “8.15 Vapuru” yazılarını çok severek okuduğunu ve artık hayatın içinden yazıların kaleme alınmadığını belirtti. Demirağ, “Şimdi koca koca adamlar kimi belediyeleri öve öve bitiremiyor, yazlıklar, kışlık evler… Bizimle aynı kimliği taşıyorlar. Gazeteci eleştirmezse gazeteci olamaz. Aratırmacı gazetecilik diye niye cila atıyorsunuz? Araştırmacı olmayan gazetecilik olur mu? Gazeteci bedel ödeyen, risk alan adamdır. Eğer bu mesleği namusuyla yapacaksan bedel ödemeye razı olacaksın” diye konuştu.

            Demirağ, mesleğe başladığı yıllarda kendi alanlarında uzmanlaşmış gazeteciler olduğunu ancak bugün her konuda fikir beyan eden kimi gazetecileri de eleştirerek, ismi yolsuzluğa karışan kişilerin de ceza almadan mesleği sürdürmelerinin gelinen nokta olduğunun altını çizdi. Demirağ, mevcut durum içinde toplumda da bir duyarsızlaşma olduğuna işaret ederek, “Kirlilik en fazla bizim medyaya yansıdı ancak enseyi karartmamak lazım. Yine de kalemini satmayıp, bedelini ödeyen gazeteciler var” dedi.

            Yağmur Tunalı, “Gazeteci kılıç yerine kalemini sallayan kişidir”

Yazar ve TV- radyo programı yapımcısı Yağmur Tunalı, “Gazeteci ve Gazetecilik Kültürü, “ adını taşıyan sunumunda,  gazeteciliğin hayata ayna tutan bir kültür işi olduğunu hatırlattı. Gazeteciliğin toplumda var olan her şeyle ilgli bir meslek tarafı olduğunun ihmal edildiğini kaydeden Tunalı, gazetecinin aynı zamnda toplumda ne varsa, onu ileten insan olduğunu da sözlerine ekledi.

Tunalı şunları söyledi:

            “Gazeteci, mesleğini güç odaklarına karşı toplumu savunan ve uygulamaların doğru şekilde yapılmasını sağlayan, bunun için de kılıç yerine kalemini sallayan kişidir, halkın sözcüsü olmak mevkiindedir. Bunlar, bugüne uymuyor diyebiliriz ama tarih içinde, dünyada böyle teşekkül etmiş.

            Sümerlerden itibaren kil tabletlerinin gazeteciliğin ilk nüveleri olduğunu söyleyebiliriz. Abidilerimiz de… İlk gazeteciler Bilge Tonyukuk, Kültigin ve Yollıg Tigin olabilir ama gazeteciliğin şekillenmesi çok sonraları oldu, 500 yıl diyebiliriz belki… Çıkış sebebi de egemenlerin hukukunu değil, halkın haklarını korumasıdır. Belki gazetecilik olmasaydı, Fransız İhtilali omayacaktı ya da daha geç bir tarihte olacaktı. Bu tür dönüm noktalarından sonra gazetecilerin, geniş manada halkın hak ve hürriyetlerini savunan bir mekanizma oluşturduğunu ve tepede oturanların korkulu rüyası olduğunu kabul etmek lazım...” Tunalı, 1860 yılından başlayarak, gazete ve gazetecilerin prensip olarak hak ve hukuku koruduklarını, hükümetin icraatlarını tenkit ettiklerini ve aydın denilen kişilerin vazifesinin de hâkim gücün arızalarını söylemek olduğunu vurguladı.

            Programın son bölümünde Türkiye’deki kadın gazeteciler ve durumlarının iyileştirmesine yönelik soruyu yanıtlayan Başkan Bilgin,“Hiçbir dönemde, darbeler dâhil bu kadar çok gazetecinin hapise atıldığını görmedim” diyerek her meslekte olduğu gibi, Meclis’te ve diğer iş kollarında ne kadar kadın gazeteci varsa, aynı şeyin basında için de geçerli olduğunu söyledi. Gazetecilik yaptığı dönemde Nilüfer Yalçın’ın dış politika konusunda çok saygı duyulan bir isim olduğunu, Emel Aktuğ’un ise çok tanınan bir gazeteci olduğunu anlatan Bilgin, devamla şöyle konuştu:

            “Yalnızca kadınların değil, erkeklerin de özgürce çalışması için Türkiye’nin özgür olması lazım. Bana göre Türkiye pek çok konuda özgür değil, buna basın özgürlüğü de dâhil. Ben muhabirlikten, gazete sahipliğine ve genel yayın yönetmenliğine kadar her kademede görev yaptım, hiçbir dönemde, darbeler dâhil bu kadar çok gazetecinin hapise atıldığını görmedim. Kötü uygulamalar vardı, gazeteler kapatılıyordu ama 12 Eylül’den sonra demokrasiye geçişte de, beş yıl sürdü. 1946’daki çok partili siyasi hayattan bugüne kadar Türkiye hep darbeler, darbe teşebbüsleri ve oalağanüstü hâl ile uzun yıllar basın özgürlüğünün olmadığı süreçten geçti. Ancak bu dönem, ilk defa gazeteler siyasi erkin bankalar aracılığıyla sahiplenildiği bir yapıya geçti.

            Geçmişte gazeteler iş adamlarının eline geçtiğinde de karşı çıktık, bunu sansürün ikiz kardeşi gibi gördüm. Fakat şimdi bunu da aşan bir durum var; iktidar, basının ve televizyonun büyük bir bölümünü banka kredileriyle alıp, kendine yakın gördüğü gruplara teslim ediyor. Hiçbir dönemde basına böyle bir pranga vurulmadı, hiçbir dönemde bu kadar korku ikliminde yaşandığını hatırlamıyorum. İnşallah bugünleri de geçeriz, özgür Türkiye’de kadınların durumu da daha iyi olur. Önce hep beraber özgür olalım, sonra kadın erkek meselesini aramızda çözeriz.”

             Panelin kapanış konuşmasını yapan Nazmi Bilgin, “Türkiye’nin sorunları var ama sorumlulukları, sorunlarından daha önemli” diyerek, yarım asırlık meslek hayatında 5 kıta ve 70 ülke gezdiğini ancak “Güneşin, Anadolu topraklarını ısıttığı kadar güzel hiçbir toprağı ısıtmadığını” ifade etti.

Bilgin şunları söyledi:

            “Çok güzel bir ülkede yaşıyoruz, 20’ye yakın medeniyet geçti bu topraklardan. Avrupa’da bir kaç medeniyet geçmiştir, biz 20 medeniyetten maddi ve manevi çok şey öğrenmişiz. Resmi, maramgozluğu, kuyumculuğu… Bunları birleştirip burada yaşıyoruz, hiçbir ülkede caminin, kilisenin, havranın aynı duvarı paylaştığı bir hoşgörü ortamı yoktur. Türkiye’de Hatay’da çan sesini de ezan sesini de hazan sesini de dinlersiniz. Öyle bir ülkedeyiz ki, Şahin Beylerin, Kara Fatmaların, Nene Hatunların, adını saymakla bitmez kahramanların mezarlarıyla aynı toprağı kokluyor ve basıyoruz. Böyle bir ülkede yaşıyoruz. Yurt dışına her gittiğimde bir kez daha fark ediyorum ki, sadece renginden dolayı değil, her santiminde binlerce şehit kanı olan en güzel bayrak bizimki, dünyada örneği yok. Çoğu ülkenin milli marşı da müzikten oluşuyor, bizim İstiklâl Marşımız, ‘Korkma!’ diye başlıyor ve en son ocak tütene kadar bayrak dalgalanacak diye emir ve görev veriyor. Hiçbir ülkede böyle bir şey dinlemedim. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, bedbin, umudunu kaybetmiş, Polatlı ile Ankara arasına sıkışmış bir milleti yeniden ulus yapan Atatürk, bu toprakları yaşatmış ve bizim için ülke kurmuş. Halk parasız, çarığı delik, yiyeceği yokken, Ulu Önder’in arkasından gitmiş.

Basında da ekonomide de sorunlar var ama ülkemizi korumak ve yaşatmak gibi bir sorumluluğumuz var. O yüzden sabahları besmeleyle uyanalım ve göğsümüzü gere gere ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diyelim...” diyerek oturumu kapattı.

 

 

Kentlerin Mahremine Sanatla Dokunmak

Türk Ocakları Ankara Şubesinin 19 Şubat 2022 Cumartesi günü, Ankara Kalesi Emin Antik Sanat Merkezin de gerçekleştirdiği Felsefeci,Yazar, Sanat Eleştirmeni Ümit Yaşar Gözüm konuk olduğu‘’Kentlerin Mahremine Sanatla Dokunmak’’ Konulu toplantıda Sanat Merkezi Başkanı sayın İbrahim Terzioğlu’nun açış konuşması ve Şube Başkanı Türkân Hacaloğlu’nun teşekkür  konuşmalarından sonra sayın Ümit Gözüm konuşmalarında özetle:
 
‘’İnsanoğlu mekân ve zaman algısıyla kuşatılmış bir dünyanın içerisinde. Mekân ya da kentler, insanların yaşamlarını sürdürdükleri yerleşme/coğrafya olmanın dışında insanı biçimlendiren ve onun tarafından biçimlendirilen toplumsal boyutu ifade eder.
 
Mahrem/ve/Sanat: 
Mahrem başkalarının duymaması, öğrenmemesi gereken, gizli ve özelimizse: Sanat da, en genel anlamıyla yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesidir. Bir duygunun, tasarımın, güzelliğin vb. dışavurumunda, anlatımında kullanılan yöntemlerin tümüdür. Buradan hareketle. kentlerde Mekân Mahremiyetinin İhlali ve Teşhirini konuşmalıyız. Tıpkı yoldan çıkmış bir insanın savruluşları gibi. Bu noktada sormamız gereken sorulardan birisi de yoldan çıkmanın ne olduğudur. Temelde ilişki düzenleme ve ilişkiyi kontrol etmekte sınır oluşturma anlamına gelen mahremiyet kavramı, mimari üzerinde bir belirleyici konumundadır. Görsel, işitsel ve kokusal mahremiyeti yok sayarak bir yere varabilir miyiz!
 
Kentleri konuşurken; Kamusal alanı, kentsel mekanları, kentsel alanları konuşmamak olabilir mi! O zaman bireyin mahremiyet içgüdüsüne cevap verebilen mekânsal düzenlemeleri bütün boyutlarıyla düşünüp sorgulamak hatta bu anlamda mimarinin felsefi sorgulamasını yapmadan bir  yere varılabilir mi! 
 
Kentsel mekânların kişisel mahremiyetin tasarım sürecine dâhil edilmesi insani bir zorunluluktur. Hangi inanç ve yaklaşıma sahip olursa olsun, hatta mahreme inanmak istemeyenlerin bile ötekiler üzerinde yaratacağı olumsuz etkiyi dikkate alan bir sanat olarak düşünmeliyiz mimariyi. Kişinin çevre ile ilişkisini düzenleme aracı olan mahremiyete mimari tasarımlarda öncelik vermek gerektiğinin bilincinde olmalıyız.
 
Mekân mahremiyeti nedir? Mimari elemanlar ile “sınır” oluşturularak elde edilen şey mekânsal mahremiyet tir. Mekânsal mahremiyete yönelik olarak “mahrem olan mekân değil, mekânlar arası olması gereken ilişkidir” aforizmasını yok saymak büyük yalnılgı olur. Çünkü, mahremiyet ile sınır arasındaki güçlü bağlantı vardır.
Hatırlanması gereken bir başka husus da mekan insan hiyerarşisinin varlığıdır. Bireyin ruhsal dinginliğine öncelik verecek mekan ferahlığını esas alan mekanlar yuvalar yapmakla başlamalı işe. Sonra toplumun nefes alancağı meydanlar parklar, sanat eserleriyle görsel zenginlik oluşturacak estetik ahenkli çözüm üreten kentler planlanmalı.
Mahremiyet ve Kamusallık birbirinin karşıtı şeyler değil, birbirini tamamlayan şeylerdir. Mutlu bireyler mutlu toplumları, yaratıcı düşünceyi oluştururlar. Kentleşmeyi, toplumsal gerçekliği merkeze alan ve sosyokültürel bir gelişme olarak görmeyen bir mimari ve sanat anlayışı ruhsuz mekanlar ve mutsuz insanlar yetişmesine zemin hazırlamanın ötesine geçmez, geçemiyor. 
Kentli Olmanın Neresindeyiz sorusunu soran bir toplum sosyolojisine ihtiyaç var. Kentlilerin özel yaşam alanlarını kapalı ve denetimli sitelerine uzanan bir mimari ve toplumsal macerayı okumak mümkün oluyor. 
Tarihimize baktığımızda sözünü ettiğimiz macera sadece saraylıların değil, olağan kentlilerin, "sokaktaki adam"ın gündelik yaşam macerasıdır. O zaman mimariye, mühendisliğe yaklaşımımız: Mekân inşa etmenin farklı biçimlerinden biri olarak görmeliyiz kentleşmeyi. Kent kültürü; yapısal özellikleri ve maddi öğelerinin dışında hayatın daha derinine nüfuz eden bir hayat şeklini ifade etmektedir.
 
Kent ve Sanat bağlantısı sıradan bir bağ değildir. Estetik algı kent veya mekânların bulunduğu düzlemden etkilene. rek gelişmektedir. Her davranışın mekân düzleminde estetik bir karşılığı olduğu asla göz ardı edilmemeli.  Öyle ki insan yapıp eyledikleriyle mekân içerisinde kalıcı izler bırakmakta ve bu izlerin ışığında yaşamını sürdürmektedir. Toplumlar sahip oldukları öğeler, değerler ve imkânları nispetinde bir medeniyet inşa ederler. Medeniyetlerin izlerini taşıyan kentler yapı ve sanat eserleriyle medeniyetin iz düşümü olarak karşımıza çıkarlar ki; kent yaşamının bireysel ve toplumsal hayattaki dönüştürücü etkisi, mahremiyet alanında daha güçlü olarak çıkar karşımıza.
 
Modernizm, Post Modernizm ve nihayet Dijital Çağ bir yandan gelişmeye yeni ivme rolü görürken, bildiğimiz disiplinler arasılığı yoldan çıkaran bir çizgide ilerledi, ilerliyor, ilerleyecek. Kentin yapısal ve kültürel dinamikleri,  modern unsurlarla birlikte toplumsal değişimin önemli parametrelerini oluşturmaktadır. Bu bağlamda kentin ve modern unsurların merkezinde yeniden öne çıkan mahremiyet olgusunu dönemin ruhu içerisinde yoğurmak ve insan mutluluğunu öncelemeliyiz. Klasikten, modernizme, post modernden dijital çağa mahremiyeti; kapsamı, sınırları ve boyutlarıyla yeniden ele almalıyız. Yaşadığı değişimi sorgulayarak ilerlemesini sağlamalı insanoğlu.
 
Biliyoruz ki; 20.Yüzyıl  toplumları, büyük savaşların, ideolojik kavgaların yarattığı dayatmalarla toplum sosyolojisini rayından çıkararak Mahremiyetin ihlalinin en kötü örneklerini vermiştir. Oysa unuttuğumuz insan insana nasıl ki, aşk ve sevgiyle dokunuyorsa, kentlere, mekanlara da öyle dokunmak gerektiğini yeniden hatırlamalıyız.’’ Diyerek sözlerini tamamladı.

Daha Fazla İçerik...

O Sadece Mustafa Kemal Değil, O TÜRK’ÜN ATASI ATATÜRK’TÜR

Türk milletinin ve mazlum milletlerin kötü talihini değiştiren üstün kişiliği ile çağa damgasını vuran büyük önder ATATÜRK’Ü aramızdan ayrılışının 83.Yıl dönümünde minnet ve saygıyla anıyoruz.

Tarihte bin yılda bir gelebilecek üstün nitelikli devlet ve fikir adamı ne mutlu ki Türklüğün en zor günlerinde bizim milletimize nasip oldu. O’nun üstün devlet ve fikir adamlığı sayesinde vahşi Batının “hasta adam” olarak nitelendirdiği Osmanlı Devleti’nin külleri arasından bugünün güçlü modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu cumhuriyetin evlatları olarak da biz bağımsız lâik ve demokratik Türk devletini kanımızın son damlasına kadar koruyup yaşatacağımıza and içmişiz…

Vatanı, milleti, namusu, şan ve şerefi için hayatını feda etmekten çekinmeyen, yolundan ve sözünden dönmeyen, vatan yaptığı her yerde, ilim ve kültür meşalesini tutuşturan insan Türk’tür. İşte o Atatürk’tü.

Gazi Mustafa Kemal “Ne mutlu Türküm diyene” diyerek özünü bu sözle ifade etmiştir. 

Büyük adamlar ancak büyük milletin bağrından çıkar. Bir düşünürümüz ‘’Türk Milletinin portresini sadakatle çiziniz o zaman Atatürk’ün portresini çizmiş olursunuz’’ der.

O çok özel bir şahsiyetti. Çünkü O şahsi ihtiraslarını millet yolunda hizmet gayesine veren bir Türk’tür.

O Kişi oğlu kişi değil, bir ülkü bir düşünce sistemi medeni hayatın gücü kaynağıdır.

O insanlık idealine aşık, faziletin timsali, karanlığa düşmüşlerin ümit ışığı ve meşalesidir. Çekin ellerinizi Atatürk’ümüzün üzerinden onu sağa sola götürmeyin. Onun adını ucuz politikalarınızla kirletmeyin. Çünkü O milli dehânın tam Kemâlidir. Türk’ün hem celâli hem cemalîdir.

 Asırlar boyunca hür yaşamış bu milletin gözü pek alnı açık vicdanı temiz Türk! Atatürk.

Vurunca kılıç kesmeyen, bir acı sözle devrilen zalimlerin başına balyoz, acizlerin derdine derman kaya gibi sert, ipek kadar yumuşak, insanlık tarihinin onuru Türk! Atatürk.

Omuzuna attığın gurbet heybesiyle dağlara, ovalara, vadilere medeniyet tohumlarını eken, geçtiğin her yerde uyuyan insanları uyandıran, aydınlığa kavuşturan Türk! Atatürk

“Bir gün İstiklâl ve Cumhuriyetine kast eden düşmanlar bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olur” demiştin.

Cumhuriyeti emanet ettiğin Türk Gençliği galibiyetin mümessili olarak Vatanı böldürüp bayrağını asla indirmeyecektir…

İktidarda olup gaflet ve delalet içinde onları uyandıracak, Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini daima koruyacak milletine ve devletine sahip çıkmak en büyük ülküsü ve ideali olacaktır. Her şeye rağmen bil ve inan ki Türk milletinin düzenini bozmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Birlik ve beraberliğimize gölge düşürmek isteyenlere asla müsaade edilmeyecektir.

“Tefrika girmeden bir millete düşman giremez

Toplu vurdukça yürekler onun top sindiremez.

Sahipsiz olan bir vatanın batması haktır.

Sen sahip olursan bu batan batmayacaktır.”

Aziz Atatürk kurduğun son Türk Devletini ecdadımızın son yadigarını aziz vatanımızı bölmek parçalamak isteyenlere arkanda bıraktığın Türk Gençliği asla müsaade etmeyecektir. Ellerine tutuşturduğun ilim, irfan meş’alesini söndürmeden ebediyete kadar taşıyacağına inanıyorum. Naçiz vücudun toprak oldu ama Türk devleti milletiyle sonuna kadar yaşayacaktır. Mehmetçik nöbetini tutuyor, vatanını kahramanca savunuyor. Rahat uyu Atam.

O Türklüğün eşsiz lideri Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ü ve silah arkadaşlarını, şehitlerimizi, gazilerimizi bir kere daha rahmet, minnetle anıyorum. Ruhları şâd olsun.

Türkan HACALOĞLU

Ankara Türk Ocağı Başkanı

İSTİKLÂL MARŞI KABULU

Yayınlar

Sosyal medya