• Atsız ve Türklük Konferansı

    Atsız ve Türklük Konferansı

  • Turan Yazgan Anıldı

    Turan Yazgan Anıldı

  • Dündar Taşer Paneli

    Dündar Taşer Paneli

  • Hüsnü Poyraz ile Söyleşi

    Hüsnü Poyraz ile Söyleşi

  • Yağmur TUNALI ile Söyleşi ve İmza Günü

    Yağmur TUNALI ile Söyleşi ve İmza Günü


“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır”

 
Ana sayfa

Haberler

Ankara Şubesi Dostluk ve Dayanişma Gecesi Düzenledi

20 Aralık 2014 Cumartesi günü Türkiye Kamu-Sen Genel Merkezi Salonu’nda 300 kişinin katıldığı yemekli toplantıda Şube Başkanı Türkân Hacaloğlu ¨Bu akşam, zihinlerimizi tazelemek, gönüllerimizi dinlendirmek için bir araya geldik, ¨diyerek başladığı açış konuşmasında özetle şunları söylemiştir:  

Devamını oku...

Ankara Türk Ocağı Ölümünün 39. Yılında Ülkü Devi H. Nihâl Atsız'ı Andı

Şube Gençlik Kollarınca düzenlenen cumartesi konferanslarında bu hafta ölümünün 39. yıl dönümü olması münasebetiyle büyük Türkçü H. Nihâl Atsız anıldı. Prof. Dr. İskender Öksüz’ün “Er KİŞİ Atsız” ve Prof. Dr. Konuralp Ercilasun’un “Atsız’ın Tarih Görüşü” konuşmalarıyla katıldıkları panel, her yaştan Ocaklının ilgiyle izlediği sohbet havasında bir etkinlik olmuştur. Sıcak ve samimi bu sohbet ortamı, Prof. Dr. Öksüz’ün okuduğu Atsız şiirleri ile daha da anlam kazanmıştır.

Devamını oku...

Ölümünün 90. Yılında Ziya GÖKALP

Ölümünün 90. Yılında Ziya GÖKALP

Türk OcaklarıAnkara Şubesi 11 Ekim 2014 Cumartesi saat 14.00 de Prof.Dr. Çağatay Özdemir ve Doç. Dr. Serdar Sağlam’ın konuşmacıolarak katıldığı’’Ölümünün 90.Yılında Ziya GÖKALP’’konulu konferans düzenlemiştir.
 

Gökalp'ın hayatı,fikirleri,siyasî,sosyal ve bilim hayatına etkileri ile Cumhuriyetin temel ilkeleri konusundaki izleri anlatılan konferans çok sayıda öğrencinin katılımıyla ilgiyle izlenmişsoru-cevap şeklinde sonuçlanmıştır.





Ankara Şubesi Gençlik Kollarının Bu Haftaki Konuğu Prof. Dr. Saadettin Gömeç'ti






 

Ankara Şubesi Gençlik Kollarının Bu Haftaki Konuğu Prof. Dr. Saadettin Gömeç’ti

Gençlik kollarımız 2014-2015 dönemi faaliyetlerine başlamıştır. Cumartesi günleri geleneksel olarak düzenlenen hafta sonu konferanslarının bu dönemki ilk konuğu Sayın Prof. Dr. Saadettin Gömeç oldu. Ocaklı üyelerimiz ve gençlik kollarının yoğun ilgisiyle takip edilen konferansta, Sayın Gömeç şu hususlara değinmişlerdir:

Türk Ocaklarının Milli Mücadeledeki Rolü  

Tarih boyunca Türk milletinin başı ne zaman sıkışsa, Türk milliyetçileri ortaya çıkıp, onu düzlüğe ulaştırmıştır. Türk milletini ve devletini karşılıksız seven Türkçüler için bu milli bir vazifedir. Bir takım cemaat ya da tarikatlar gibi herhangi bir bedel karşılığında çalışmazlar. Vatanları için ölürler, ama yaptıkları iş için de bir şey istemezler. Dolayısıyla bütün Türk milliyetçileri Türklüğün hizmetkârıdır.  Dünyanın bu en asil milleti tarih sahnesine çıktığı günden beri binbir türlü bela ile yüz yüze geldi. Ama Tanrı’ya şükür ki hepsinden de kurtulmasını ve dimdik ayakta durmasını bildi. Börü Tonga (Mo-tun) Yabgu, babası Yüeh-chi ve Çinlilerle Türklüğün şanını ayaklar altına alan ve küçültücü birtakım andlaşmalara imza atmaya kalkışınca, babasına; “orda dur, babam da olsan bu milletin onur ve şerefini sana çiğnetmem” deyip, cezasını verdi.  Yine Milattan önce 55 tarihinde Hun hükümdarı Kun Kan rahat ve huzurlu yaşamak sevdasıyla, Çin imparatorluğunun himayesini istemeye meyledince, kardeşi Kiçik Kutlug Alp Yabgu ona; “sen ne yapıyorsun ağabey, Türk töresinde başkasına hizmetkârlık küçültücüdür. Türk-Hunlar at üzerinde harp ederek kurdukları kaganlıkları sayesinde saygınlık kazandılar. Neden atalarımızın töresini bir kenara bırakıp, Çin’e boyun eğelim. Eski kaganlarımızın şanını küçük düşürelim.

Belki Çin’in hizmetine girerek huzur bulabiliriz, ama bir daha başka kavimler üstünde hâkimiyet kurabilir miyiz. Çin’le işbirliği ve onun kontrolüne girme bizim için utanç verici bir şey. Unutma ki hayatta birkere şerefsiz olan insan bütün ömrünce şerefsizdir. Bunu bilmez misin” deyip, kendine bağlı kabilelerle beraber Türkistan’a göçüp, orada şerefli bir şekilde öldü, fakat yeni bir devletin de temellerini attı.  Kök Türk hükümdarı İl Kagan esir edilip, Çin’e götürülünce; Çinliler onun yanındaki pekçok hanedan üyesine hayatlarında hiç görmedikleri imkanları sundular. Kendileriyle işbirliği yapan aşiretlere yiyecek, içecek ve giyecek gibi herşeyi zahmetsizce verdiler. Fakat İl-teriş ile Tunyukuk ortaya çıkıp; “ey millet herşey karın doyurmaktan mı ibaret? Bugün sahipleri de köpeklere yaltaklandıkları takdirde yiyeceğini veriyor. Biz köpek miyiz ki başkasının artıklarıyla yaşayalım. Biz Türkler kurt neslindeniz. Bizim tek bir efendimiz var o da; Tanrı’dır. Şanlı Türk milleti başkalarının sadakalarıyla yaşar mı? Kalkın ayağa, kendinize gelin. Ya erce yaşayalım ya da şereflice ölelim. Atalarımızın kemiklerini sızlatmaya ne hakkımız var” dediler ve kutlu Türk sancağını yeniden yükselttiler. Hatırlayın bir kere bugün adı dahi unutturulmaya çalışılan Atatürk de öyle demiyor muydu: Ya istiklal, ya ölüm.

Bilhassa 17. yüzyılın sonlarından itibaren, hepimizin bildiği üzere, Osmanlı Devleti sürekli Batılılar karşısında toprak kaybetti. Hele hele 18 ve 19. asırlarda ise başta Rusya, arkasından İngiltere, Avusturya ve Fransa gibi ülkelerin teşvikiyle, Osmanlı ülkesinin içindeki gayri Türkler kandırılarak, ekmeğini yedikleri necip Türk milletine isyan ettirildiler. Başları sıkıştığında Türk hakanının kapısını çalanlar, bağımsızlık hülyalarına kapıldı. Vatan topraklarında ateş ve barut dumanından göz gözü görmez hale geldi. Biz herşeyi unuttuk. Balık hafızalı mıyız, neyiz? Bırakın Ermeni’yi, Sırp’ı, Yunan’ı; Müslüman dediğimiz Arnavut, Boşnak, Arap, Filistin’li sözde dindaşlarımız arkamızdan hançerlediler. Allah’ın işine bakın yine Türk’e muhtaçlar. Hergün yüzlerce Suriyeli ve Iraklı “ne olur bize kapınızı açın, bizi koruyun, bizi doyurun” diye yalvarıyor. Daha düne kadar güya Peygamber soyundan gelen Şerif Hüseyin’in torunları Türkiye Cumhuriyeti Devleti zayıflaması ve parçalanması için dua okuyorlardı. Fakat işte Türk budur. Düşmanı bile olsa kendi koltuğu altına sığınana gözü gibi bakar. Yemez yedirir, içmez içirir, giymez giydirir. Anadolu’nun pek çok yerinde insanlar bir tas çorbaya, bir lokma ekmeğe muhtaç iken, sınırlarımıza dayanan bu insanları en güzel biçimde ağırlayıp, beslemiyor muyuz? Buna rağmen Türk devleti bizimle ilgilenmiyor diye nankörlük yapanlar var. Fakat bu sözlere bağlı olarak meselenin bir başka yönü de, yani besle kargayı oysun gözünü tarafı da söz konusu. Bu iki milyona yaklaşık insanın Türkiye’de kalıp, dönmeyenleri; şunu kesinlikle bilin eğer Türkiye Cumhuriyeti tedbir almaz ise, ya kendileri bağımsızlık isteyecekler, ya da diğer ayrılıkçı gruplarla işbirliği yapacaklar.  Mehmet Ali Tevfik Yükselen (1851-1949) kaleme aldığı Turanlı’nın Defteri (1330) adlı eserinde “Milletler için ölümün başlangıcı unutmaktır” diyor. O, “Milliyetin Zırhı: Hafıza adlı yazısında: “Yirmi üç sene evvel Harp Okulu sınıflarında (Sen Asker Olacaksın) isimli Fransızca bir kitap okumuştum. Eserin ilk sahifesinde bir resim vardı: Alsace-Lorraine vilayetlerini siyah çizgilerle gösteren bir harita üzerinde talebesine ders veren öğretmen, elindeki değneği o matem siyahlığına dayamış olduğu halde, Fransız çocuğuna her an patlayabilecek bir maneviyat vermeğe çalışıyordu. Zikrettiğim kitabın diğer bir sayfasında 1870-1871 Seferi esnasında Almanların askeri kablolarını kesen bir Fransız’ın Divan-ı Harp huzurunda mahkeme olunurken olgunluk ile: “ Ben Fransız’ım vazifemi yaptım” diye bağırdığını tasvir ediyordu.  Bu eser baştan aşağı Fransa’nın yitirdiği vilayetleri unutturmamak için yazılmıştı”, diyor. Rahmetli Mehmet Ali Bey biz bunları geçtik, gözümüzün önünde Türk ülkesi elden gidiyor. Daha düne kadar kardeş olarak gördüğümüz, hala ekmeğimizi paylaştığımız bir grup insan önce demokratik haklar dedi, şimdilerde de özerklik ve tam bağımsızlık diye bağırıyorlar. Ne yapacağımızı bilmez bir hale geldik. Siperde kardeşimizi öldürenlere demokrasi ödülleri veriyoruz. Her şeyden kutsal bayrağımız sıradan bir bez parçası gibi yerlerde sürünüyor.

Mehmet Ali Tevfik ben sana daha ne diyeyim.  Birinci Dünya Harbi öncesi Osmanlı devlet adamları kötü gidişatın önünü almak için birçok yol denedilerse de hiçbirinde başarılı olamadılar. Padişahları alaşağı etmek, sadrazamları değiştirmek de çare değildi. Osmanlı idarecileri yüzlerce yıldır çevrelerinde olup-bitene at gözlüğüyle baktılar. Avrupa her alanda ilerlerken, Türkler yerinde sayıyorlardı. Kırk yılda bir yenilik taraftarı bir padişah veya sadrazam çıkıyor, onları da kurdukları düzen sona erecek korkusuyla “din elden gidiyor” yaygaraları içindeki alçak bir şekilde ortadan kaldırıyordu. Türk milletinin gözleri bağlanmış, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu kestiremez bir hale gelmişti.  İşte Birinci Dünya Savaşı öncesi her açıdan perişan Osmanlı Devletinin Balkanlar ve Kafkasya’daki toprakları elinden alınmış, Kıbrıs sudan sebeplerle işgal edilmiş, kolu-kanadı kırılmış idi. Osmanlı’nın çekildiği topraklarda küçük küçük devletler kurulmuştu. Bunların hiçbiri Osmanlı Devletinden kopardıkları yerlerle yetineceğe benzemiyordu. Türklerden İstanbul’a kadar olan toprakları alma niyetindeydiler. Hepsi gözünü İstanbul’a dikmiş, aç kurtlar gibi birbirlerini kolluyordu. Biraz daha biraz daha deyip duruyorlardı.  Garibim saf Anadolu Türkü kafasına inmekte olan balyozun hala farkında değildi. Sanki bugün değişen bir şey mi var? Gözleri körleşmiş, adeta yaklaşan felaketi görmek istemiyor.

Dün ne ise bugün de o. İlla yumurta kapıya gelince mi gözümüzü açacağız? İşte yine bu kötü zamanda İkinci Meşrutiyet, Trablusgarp ve Balkan Savaşları esnasında bir grup Türkçü ortaya çıkıp Türk Derneği, Türk Yurdu Cemiyeti gibi kuruluşların temelini attılar. Amaçları Türk milletini uyandırmaktı. Avrupa’nın ağzını açmış vaziyette onu yutmak için gün saydığını göstermek, yüzlerce yıldır geri kalmış Türk milletini ekonomik, kültürel, siyasi ve askeri yönlerden kalkındırmak istiyorlardı. Canlarını dişlerine takmış bu vatan evlatları ellerinden gelen çabayı gösterirken, bir grup Türk milliyetçisi Tıbbiyeli de Türk Ocağını kurdular.  Zaman oturmak zamanı değildi. Türk aydınları birşeyler yapmak gerektiğinin farkındaydılar. Teker teker seslerini duyuramayacaklarını, Türk milletine ulaşamayacaklarını bildiklerinden, Türk Ocağının çatısı altında toplandılar. Dergiler çıkarıp, konferanslar verdiler. Türk Ocağının tarihine baktığımızda 1913 ile 1918 arasındaki süreçte 500 konferans verildiğinden bahsedilir. Bu o dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda muhteşem birşeydir. Esasında bu karışık zamanda, beş yıl müddetince Türk Ocağının kurultayı da yapılamamıştır. Fakat Türk Ocaklılar bunu mazeret gösterip, yerlerinde de oturmadılar. Türk milletini büyük uyanışa hazırladılar. Gazete çıkardılar, dergi bastılar. Buna güçleri yetmiyorsa mevcut olanlarda yazılar yazdılar.  Ama korkulan olmuştu. Netice itibarıyla I. Dünya Savaşının patlak vermesi kaçınılmazdı ve harbin büyük bir kısmının Osmanlı Devletinin toprakları üzerinde olacağı da aşikârdı. Çünkü o zamanki dünyayı incelediğimizde ne Fransa’nın, ne de İngiltere’nin ham madde açısından bir üstünlüğü yoktu. Aynı durum Almanya için de söz konusuydu. Böylece zengin Osmanlı topraklarının birtakım saldırılara uğraması, o dönemin şartları göz önüne alınınca gayet normaldir.

Bu da demektir ki, Türk ülkesi bölünecekti. Ama mesele bu paylaşımda kime ne düşeceğiydi. İşte bu noktada Almanya ile diğer Avrupa devletleri anlaşamıyordu. Yeni yeni güçlenen ve sanayileşme atılımı içindeki Almanya’yla, eski dünyanın hâkim kuvvetleri Fransa, İngiltere ve Rusya gibi ülkeler karşı karşıya gelmişti. Amaçları da bir yeraltı ve yerüstü serveti halindeki Osmanlı memleketine sahip olmaktı. Hele yüzyılın sonuna doğru vazgeçilmez bir enerji kaynağı olarak ortaya çıkan petrol herkesin iştahını kabartmış, ağızların suyu akarak Osmanlı Devletinin topraklarına göz dikilmişti.  Elbette Osmanlı devlet adamları tehlikenin farkındaydı ve Avrupa’nın en önemli silahlı gücü vaziyetindeki Rusya ve İngiltere ile ittifak yapma yollarını aradı.

Fakat bu ülkeler onunla anlaşma yapma niyetinde değillerdi. Zaten ikisi de Osmanlı arazisini nasıl ele geçiririz rüyalarını görüyordu. Bu yüzden Osmanlı Devleti, Almanya’yı tercih etmek zorunda kalmıştı. Hem Avrupa ülkeleri arasında Osmanlı’dan tek toprak talebinde bulunmayan devlet de Almanya idi. Buna rağmen Osmanlılar arayışlarını sürdürdüler. Ancak iktidarı elinde tutanların Türk ülkesini iyi yönetemeyeceklerini düşünen İngiltere, gelen elçilere pek yüz vermediği gibi, onları devamlı atlattı. İngiltere’nin yanı sıra Osmanlı dışişleri görevlileri Fransa ile de ikili görüşmelerde bulundu. Bu arada Rus çarına da ittifak teklifi götürüldüyse de, her yerden eli boş dönüldü. Bütün bunlara karşın Osmanlı devlet adamları son ana kadar Almanya ile bir anlaşmaya varmadılar. Nihayet Avrupa’da savaş çıkınca onlar da 2 Ağustos 1914’te Almanya ile bir ittifak imzaladılar. Osmanlı’nın hali, denize düşen adamın yılana sarılmasına benziyordu.  

Tedbiri elden bırakmayan Enver Paşa, her şeye rağmen 5 ağustosta Ruslarla yeniden anlaşmak için irtibata geçti. O, Kafkasya’daki Türk askerini çekeceğini, Balkan ülkeleriyle Rusya arasında bir savaş çıkarsa, Ruslara yardım edeceğini ve Almanları Türk topraklarından uzaklaştırabileceğine dair teminat veriyordu. Buna karşılık Trakya ile Adalar Denizi’ndeki bazı yerleri istedi. Bu sırada İngiltere’yle tekrar anlaşma zeminleri arayan Cemal Paşa’nın çabaları da boşa çıktı. Almanya’nın dışındaki hiçbir ülke Türklerin dostluk elini sıkmamıştı.  Aslında Yakınçağ ve Türkiye Cumhuriyeti tarihçileri, I. Dünya Harbi çıkmadan daha evvel büyük Avrupa devletlerinin Osmanlı ülkesi üzerine gizli planları ve andlaşmalarının mevcut olduğunu çok iyi bilirler.

Yukarıda da belirttiğimiz üzere savaşın arifesinde Osmanlı devlet adamlarının Rusya ve diğer Avrupa ricaliyle yaptığı görüşmeler ve bunlardan bir sonuç çıkmadığı ortada iken; bugün bilip-bilmeden herkes harbe girmenin suçunu Enver Paşa’ya atmakta ve ona insafsız bir şekilde saldırmaktadır. Enver Paşa bir Türk milliyetçisi olduğundan, bazı kişiler faturayı ona kesmeyi daha uygun buluyorlar. Türkler mecbur kaldıklarından Almanya’nın safında yer aldılar. Yoksa çok istediklerinden değil. Trablusgarp ve Balkan savaşlarında Türkler kırılmış, düşman Çanakkale kapılarına dayanmış, neredeyse Anadolu’da harp edecek genç kalmamıştı. 16-17 yaşlarındaki çocuklar bile güle oynaya cephelere koşuyordu. Böyle bir durumda Türk Ocaklılar oturur mu? Elbette hayır. Başta İstanbul olmak üzere bütün Türkiye’de bir kampanya başlatıldı ve aralarında lise talebeleri de olduğu halde binlerce Türk Ocaklı cepheye gitti. Türk Ocaklarının bünyesinde Türklük ruhu aşılanan aydın, genç herkes askere koşmak için sıraya girdi. Dolayısıyla Çanakkale’de Mehmetçik tarafından yazılan Türk destanında Türk Ocağının önemli bir rolü vardır.  Maalesef müttefikimiz olan ülkeler silah bırakıp, bizim de savaşı tek başımıza götüremeyeceğimiz anlaşılınca Osmanlı devlet adamları, Mondros Ateşkes Andlaşmasına imza attılar. Böylece Türk askeri topsuz, tüfeksiz kaldı. İstanbul İngiliz ve Fransız ordularınca işgal edildi. Fakat onlar Türk’ün vatan sevgisinin ne kadar coşkun olduğunu bilmiyorlardı. 16-17 yaşındaki gençleri bile teşkilatlandırarak karşılarına diken Türk Ocaklarının kendileri için tehlike olduğunun farkına varan işgal kuvvetleri, bu yuvanın söndürülmesine kanaat getirdiler. Bu yüzden de İngilizler İstanbul’a girdiklerinde ilk işgal ettikleri yerlerden biri Türk Ocakları oldu.

Bu sırada Çanakkale’de kendilerine dünyayı dar eden Türk ordularının karargâhından evvel, Türk Ocağını basıp, burayı arayan İngiliz komutana amaçlarını soran Hamdullah Bey’e bu zatın, Çanakkale’de karşılarında vuruşan Türk askerlerinin gözlerini kırpmadan ölüme gittiklerini ve bunların çoğunun cebinden Türk Ocağı üye kartlarının çıktığını öğrenmeleri yüzünden, herşeyden önce bu Türklük yuvasını ortadan kaldırmalarının ilk işleri olduğunu, İstanbul’a girer girmez de Türk Ocağının genel merkezini bulduklarını ve burayı kapamak için geldiğini söylemesi, dikkat çekici bir husustur. Ocağın işgale uğrayıp, faaliyetlerine son verilmesi hadisesi bir telgraf ile Mustafa Kemal Paşa’ya da iletilmişti. Bu arada tutuklanan bazı Türk Ocaklılar da Malta’ya sürüldü. Düşmanın elinden kurtulanlar ise soluğu Ankara’da aldılar. Bunların arasında Yusuf Akçura, Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Ferit Tek, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Hüseyin Ragıp, Ahmet Ağaoğlu gibi ünlü kimseler vardı.

Hatta söylenenlere göre, Hamdullah Suphi Ankara’ya geldiğinde Mustafa Kemal Paşa ziyadesiyle memnun olmuştu. Çünkü yanında herşeyiyle güvenebileceği, başı sıkıştığında konuşabileceği bir dost vardı. Bu sırada İngilizler Ocağın arşivinde yer alan belgelere, kitaplara, koleksiyonlara el koydular. Ancak tehlikeyi önceden sezen bazı Türk Ocaklılar bunların büyük bir kısmını evlerine götürüp, saklayarak yok olmaktan korudular. Bütün baskı ve takibatlara rağmen Ocaklılık ruhu söndürülemedi. İstanbul işgale uğradığında Hamdullah Suphi, Atatürk’le irtibata geçip, nasıl bir yol izleyeceklerini sorar. O büyük dahi de; İstanbul’daki yabancı elçilikler nezdinde vaziyetin protesto edilmesini ve mitingler yapılmasını buyurur. İşgalin hemen ardından Türk milliyeçilerinin adeta karargâhı durumundaki Türk Ocakları hemen merkezini Anadolu’ya taşıyarak, hiç ara vermeden çalışmalarına yine başladı. Öncelikle Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Milli Mücadele’nin önderleriyle işbirliği içinde mitingler düzenlediler, cephelerin teşkilatlanmasında ve gönüllü tedarikinde aktif görevler aldılar. Buna binaen İzmir’in işgalinin reddedildiği beyanname İzmir Türk Ocağında yazıldı ve bu işgali protesto amacıyla İstanbul’da gerçekleşen nümayişler de yine yukarıda da belirtildiği üzere Milli Mücadelenin kurmay heyetiyle koordineli bir şekilde Türk Ocağının öncülüğünde yapıldı.

Bu protestolarda Hamdullah Suphi, Mehmet Emin Yurdakul, Hüseyin Ragıp Baydur ve Halide Edip gibi Ocaklılar ateşli nutuklar verdi.  Ayrıca İzmir Türk Ocağının müdavimlerinden Mustafa Necati ve Vasıf Çınar gibi kişiler Kuvva-yı Milliye Hareketine katıldı. Meşhur Balıkesir Kongrelerinde de rol aldılar. Kazım Özalp Paşa ile birlikte çalışan Vasıf Bey Balıkesir, Ayvalık ve Bandırma havalisinde halkı teşkilatlandırmak için bütün gayretini bu işe verdi. Mustafa Necati sadece yazı yazmak ve idari görev almakla yetinmeyip, Bulgurcu Mehmet Efe ile beraber omuz omuza silahlı savaşa da iştirak etti. Ünlü Yusuf Akçura Sakarya Cephesinde çarpıştı. İşte Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda; bütün Türkçülerin istisnasız Milli Mücadeleye katıldığına vurgu yapar ki bu doğrudur. Çünkü bizim ismini bilmediğimiz binlerce Türk Ocaklı vatan uğruna ya şehit ya da gazi oldu. Mesele vatan olunca, gerisi teferruattır. Türk milliyetçileri ve onları sinesinde barındıran Türk Ocakları için bu son derece önemlidir. Dün öyleydi, bu gün de öyle. Eğer birisi Türk Ocaklıyım diyor ve memlekette de kötü bir gidişat söz konusu ise sessiz kalamaz, kalmamalı. Nitekim geçmişin Türk Ocaklıları Türk milletinin ve devletinin bekası tehlikeye düştüğü an ellerini taşın altına koydular. Hamdullah Suphi’nin dediği gibi; “nerede bir avuç Türk varsa emin olabilirsiniz orada bir Türk Ocağı vardır. Bu Ocak bazan göze görünür bazan da görünmez... Ocak bir bina değildir. Ocak bir fikirdir, bir ışıktır, bir imandır”.

Kendi müşahâdelerime dayanarak söylüyorum, Türk Ocağı şubeleri ilk günkü gibi şevk ve azim ile Türklüğün mukadderatı için çalışıyor. Milli Mücadelenin her safhasında yer alan Türk Ocağı ve Türk Ocaklılar, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda da mühim roller üstlenmişler ve bugünkü Türk milli devletinin temellerini atmışlardır. Esas savaşın cehaletle, geri kalmışlıkla olduğunun bilincindeki Türk Ocağı, kısa bir süre içinde ülke genelinde teşkilatlanarak, öngörülen yeniliklerin yaygınlaştırılması gayesi ile çalıştı. Türk Ocağı açıldığı günden beri Türklüğün bekası için var oldu. Yoksa hafta sonlarında çay içilen veya sohbet edilen bir mekân değildi. Bu kutsal çatının altındakilerin bugün de aynı şevk ve azim ile Türk milletinin büyük yarınları uğruna ellerinden gelen gayreti göstereceklerinden şüphemiz yoktur.

 
 

Ankara Şubesi Anıtkabir'i Ziyaret Etti

Türk Ocakları’nın kuruluşunun 102. yılı, Cumhuriyetimizin ve Türk Ocakları Ankara Şubesi'nin 91.yılı sebebiyle Şube Başkanı Türkân Hacaloğlu, yönetim kurulu üyeleri Coşkun Bağır, Uğurcan Küçükağaoğlu, Ömer yıldırım, Sergen Çirkin, Ömer Karaca ve gençlik kollarından oluşan heyet Anıtkabir’i ziyaret ettiler.

Devamını oku...

Daha Fazla İçerik...

O Sadece Mustafa Kemal Değil, O TÜRK’ÜN ATASI ATATÜRK’TÜR

Türk milletinin ve mazlum milletlerin kötü talihini değiştiren üstün kişiliği ile çağa damgasını vuran büyük önder ATATÜRK’Ü aramızdan ayrılışının 83.Yıl dönümünde minnet ve saygıyla anıyoruz.

Tarihte bin yılda bir gelebilecek üstün nitelikli devlet ve fikir adamı ne mutlu ki Türklüğün en zor günlerinde bizim milletimize nasip oldu. O’nun üstün devlet ve fikir adamlığı sayesinde vahşi Batının “hasta adam” olarak nitelendirdiği Osmanlı Devleti’nin külleri arasından bugünün güçlü modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu cumhuriyetin evlatları olarak da biz bağımsız lâik ve demokratik Türk devletini kanımızın son damlasına kadar koruyup yaşatacağımıza and içmişiz…

Vatanı, milleti, namusu, şan ve şerefi için hayatını feda etmekten çekinmeyen, yolundan ve sözünden dönmeyen, vatan yaptığı her yerde, ilim ve kültür meşalesini tutuşturan insan Türk’tür. İşte o Atatürk’tü.

Gazi Mustafa Kemal “Ne mutlu Türküm diyene” diyerek özünü bu sözle ifade etmiştir. 

Büyük adamlar ancak büyük milletin bağrından çıkar. Bir düşünürümüz ‘’Türk Milletinin portresini sadakatle çiziniz o zaman Atatürk’ün portresini çizmiş olursunuz’’ der.

O çok özel bir şahsiyetti. Çünkü O şahsi ihtiraslarını millet yolunda hizmet gayesine veren bir Türk’tür.

O Kişi oğlu kişi değil, bir ülkü bir düşünce sistemi medeni hayatın gücü kaynağıdır.

O insanlık idealine aşık, faziletin timsali, karanlığa düşmüşlerin ümit ışığı ve meşalesidir. Çekin ellerinizi Atatürk’ümüzün üzerinden onu sağa sola götürmeyin. Onun adını ucuz politikalarınızla kirletmeyin. Çünkü O milli dehânın tam Kemâlidir. Türk’ün hem celâli hem cemalîdir.

 Asırlar boyunca hür yaşamış bu milletin gözü pek alnı açık vicdanı temiz Türk! Atatürk.

Vurunca kılıç kesmeyen, bir acı sözle devrilen zalimlerin başına balyoz, acizlerin derdine derman kaya gibi sert, ipek kadar yumuşak, insanlık tarihinin onuru Türk! Atatürk.

Omuzuna attığın gurbet heybesiyle dağlara, ovalara, vadilere medeniyet tohumlarını eken, geçtiğin her yerde uyuyan insanları uyandıran, aydınlığa kavuşturan Türk! Atatürk

“Bir gün İstiklâl ve Cumhuriyetine kast eden düşmanlar bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olur” demiştin.

Cumhuriyeti emanet ettiğin Türk Gençliği galibiyetin mümessili olarak Vatanı böldürüp bayrağını asla indirmeyecektir…

İktidarda olup gaflet ve delalet içinde onları uyandıracak, Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini daima koruyacak milletine ve devletine sahip çıkmak en büyük ülküsü ve ideali olacaktır. Her şeye rağmen bil ve inan ki Türk milletinin düzenini bozmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Birlik ve beraberliğimize gölge düşürmek isteyenlere asla müsaade edilmeyecektir.

“Tefrika girmeden bir millete düşman giremez

Toplu vurdukça yürekler onun top sindiremez.

Sahipsiz olan bir vatanın batması haktır.

Sen sahip olursan bu batan batmayacaktır.”

Aziz Atatürk kurduğun son Türk Devletini ecdadımızın son yadigarını aziz vatanımızı bölmek parçalamak isteyenlere arkanda bıraktığın Türk Gençliği asla müsaade etmeyecektir. Ellerine tutuşturduğun ilim, irfan meş’alesini söndürmeden ebediyete kadar taşıyacağına inanıyorum. Naçiz vücudun toprak oldu ama Türk devleti milletiyle sonuna kadar yaşayacaktır. Mehmetçik nöbetini tutuyor, vatanını kahramanca savunuyor. Rahat uyu Atam.

O Türklüğün eşsiz lideri Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ü ve silah arkadaşlarını, şehitlerimizi, gazilerimizi bir kere daha rahmet, minnetle anıyorum. Ruhları şâd olsun.

Türkan HACALOĞLU

Ankara Türk Ocağı Başkanı

İSTİKLÂL MARŞI KABULU

Yayınlar

Sosyal medya